30 Temmuz 2009 Perşembe
Kahvelerin En Cilvelisi!
Geçen yaz gezdiğimiz yerlerin hepsini yayınlayamadan bu yaza başladık hadi bakalım:) Bu yaz Ege'yi geziyoruz. Çeşme'de konaklamak üzere planladığımız tatilimiz öncesinde ve sonrasında gezilecekler listesiyle bir hayli kabardı. Biz de gidiş yolunda Manisa'ya uğradık. Hava gerçekten çok sıcaktı. Manisa'da uzun süre kalmaya vaktimiz yoktu, zaten bizi buraya getiren sebep yakın zamanda ününü duyduğumuz "Cilveli Kahve"'ydi. 6 yıl önce Manisa Yenihan'daki bir kafede bu unutulmaya yüz tutmuş kahve tekrar yaşatılmaya başlanmış. 2 senelik bir sürede de kahvenin patenti alınmış. Manisa'da eski dönemlerde gelinlik kızlar eve gelen görücülere Cilveli Kahve yaparmış. Bu kahve alıştığımız kahve türlerinden çok farklı. Fincana dökülen bol köpüklü Türk kahvesinin üzerinde çifte kavrulmuş, öğütülmüş badem ve iki çeşit baharattan oluşan bir karışım var. Biz damla sakızı ve kakule tadı aldık:) Kahveyi içmeden önce üstündeki badem parçacıklarını yiyorsunuz, sonra kahvenizi yudumlarken zaman zaman ağzınıza badem parçacıkları geliyor. Manisa'ya yolunuz düşerse mutlaka Yenihan'da avlusu ve içerisindeki otantik dekoruyla hoş bir hava oluşturan bu kafede Cilveli Kahve içmenizi tavsiye ederim:)
12 Şubat 2009 Perşembe
Kapadokya, Göreme - Peri bacalarının büyüsü..
Ne kadar uzun zaman oldu Gezzginn'e yazmayalı.. Taslakları ve fotoğrafları hazır bekleyen yerlerin yazılarını düzenleyip yayınlamaya vakit bulamadım bir türlü.. Halbuki geçen yaz bu kadar yeri gezmek 1-2 haftamızı anca almıştı. Anlaşılan bunları yazana kadar yaz tatili gelecek ve biz yine deliler gibi gezmeye başlayacağız:) İşte geçen yaz gezdiğimiz yerlerden biri daha.. Kapadokya'nın turistik merkezi, Göreme. Buraya da gece girdik ve ışıklandırılmış peri bacaları bizi adeta "büyüledi". Çok heyecanlandım. Ortam, hava o kadar güzeldi ki. Önce yemeğimizi yemek için Göreme'deki ünlü bir lokantaya gittik, dekorasyon çok hoştu. Tabi yemekler de:) Sonra çıkıp biraz dolaştık. Her yer yerli - yabancı (daha çok yabancı) turistlerle doluydu. Keçeden yapılmış şapkalar, giysiler, çantalar filan satan bir dükkan dikkatimizi çekti. Dükkana yaklaşınca yabancı bir kadın hemen yanımıza geldi ve bize ürünleri ingilizce espiriler yaparak göstermeye başladı. Onun dükkanıymış burası. Dükkanın adı "Tabii Canım" :) Ne hoş ve farklı bir isim bu böyle.. Kadının adı da Susan, Avustralyalıymış, kendisi Türkçe bilmiyor ama çat pat Türkçe kelimeler kullanıyor konuşmalarında.. Bize Türkiye'yle Avustralya'nın çok yakın olduğunu söyledi. "Tabi ki coğrafik açıdan değil:) Ama kalpleri ve ruhları yakın" dedi. Nedenini merak etmiştim ama ben sormadan Susan söyledi. "Çanakkale Savaşı'nda Türkler bizimle düşman konumunda olmalarına rağmen bize çok yardım ettiler, mezar yeri bile verdiler. Bu yüzden kendimizi yakın hissediyoruz." dedi. Bu çok hoşuma gitti ve gururlandım tabi:) Sonra Susan'la vedalaşıp kalacağımız otele gittik. Burası da çok güzel bir yerdi gerçekten! Otantik bir Göreme Evi (adı da Göreme House zaten), dekorasyonu da çok güzeldi. Kahvaltı yaptığımız terasın Kapadokya Manzarası harikaydı.Otel çıkışında kaldığınız odanın anahtarlığını satın alabiliyorsunuz. Çok şık! Benim de anahtarlık koleksiyonum olduğundan bu fırsatı kaçıramazdım tabi:) Otelden çıkıp açık hava müzelerini gezmeye koyulduk. Maceracı ruhumuz rahat durmayınca en çıkılmayacak kayalara, en uzaktaki peri bacalarına kadar tırmandık. Çok yorucu ama bir o kadar da zevkliydi.. Peri bacaları ev, kilise, güvercinlik gibi pek çok amaçla kullanılmış. Hep oyularak yapılan taş masalar, kubbeler.. Her şey çok etkileyiciydi. Göreme'den sonra Kapadokya'daki küçük yerleşim yerlerine de gittik. Mesela Zelve. Zelve en çok peri bacasının bir arada bulunduğu yermiş. Gerçekten çok fazla vardı. İlginç yanı da buralarda 1950'li yıllara kadar insanlar yaşamış! Çok şaşırdım ve bir peri bacasında yaşadığımı hayal ettim. Çok heyecanlıydı:) Hayallerden sıyrılıp gerçeğe döndüm ve Kapadokya'nın bir diğer harika bölümü Ürgüp'e doğru yola koyulduk. Ürgüp yazısı da çok yakında..:)
4 Eylül 2008 Perşembe
Amasra : Çeşm-i Cihan
Safranbolu’dan sonra Amasra’ya gitmeyi hedeflemiştik. Ama Bartın’ın da çok renkli olduğunu duyunca önce Bartın’a uğrayalım dedik. Aslında Bartın’da İnkumu adındaki, güzel bir kumsala sahip olan yermiş asıl “renkli” olan. Fakat biz yanlışlıkla Bartın’ın limanına gittik ve karşımızda ticari gemilerle dolu ticari bir liman bulduk. Bu deneyimimiz hüsranla sonuçlandı anlayacağınız. Biz de eski rotamıza geri döndük ve Amasra’ya doğru yola koyulduk. Bursalılar olarak Gemlik’le ilgili ünlü şiiri (“Gemlik’e giderken denizi göreceksin sakın şaşırma!” Orhan Veli Kanık) benimsediğimizden Amasra’ya giderken de yolda hep denizi gözledik. Sonunda solumuzda masmavi Karadeniz beliriverdi. Manzara muhteşemdi. Ee ne diyelim Fatih Sultan Mehmet gibi kim bilir ne denizler görmüş bir padişah buraya “Çeşm-i Cihan (Dünya’nın Gözü)” dediyse vardır bir bildiği.. Amasra’da üç koy var. İki tane de ada.. Bu adalardan biri karaya köprüyle bağlı. Köprünün olduğu yerden deniz manzarası muhteşem. Amasra’nın neyi meşhur peki? Denizinden başka salatası, balığı, sahilindeki cüce köpekleri, ahşap hediyelik eşyaları ve Barış Akarsu’su:) Salatasında çok çeşitli sebzeler var ve çiçek şeklinde düzenlenmiş. Balığı tabi ki çok lezzetli. Sahilde kısa bacaklı köpekler dolaşıyor, çok şekerler:) Barış Akarsu’ysa Amasra’da fazlasıyla sahiplenilmiş. Anısına bir heykel bile dikilmiş. Amasra’nın manzarası gerçekten harika. İnsanlar da bu muhteşem manzaradan yararlanmak için Amasra'ya akın etmişler :) Sabahın erken saatlerinde ortalık tenhayken çıkarsanız manzarayı doyasıya seyredebilirsiniz. Ayrıca burası Karadeniz'in Bodrum'u olarak görülüyormuş. Denizi de Karadeniz gibi değil sanki, çok sakin, hiç dalga yok.. Sahilde fotoğraf çekerken denizde parçalanmış bir olta buldum, çıkardım çok güzeldi. Hatıra olarak saklamaya karar verdim.. Ve tekrar yola koyulduk, yeni duraklara doğru…
28 Ağustos 2008 Perşembe
Safranbolu - Bir dünya mirası..
Bu yaz ilk durağımız Safranbolu'ydu. Benim de ilk defa gidişim oldu. UNESCO tarafından "Dünya Mirası" ilan edilen Safranbolu hakkında çok şey duymuştum ama bu kadarını beklemiyordum açıkçası. Ben sadece küçük bir grup Safranbolu evi göreceğimizi düşünüyordum. Ama hiç de öyle olmadı. Elimizde "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer" kitabımızla akşam sularında Safranbolu'ya girdik. Restore edilmiş ve genelde otel olarak kullanılan Safranbolu evleri karşıladı bizi. Kitapta Safranbolu'ya gidildiğinde kalınabilecek yerlerden biri olarak tavsiye edilen "Gülevi" ilgimizi çekti. Biz de orada kalmaya karar verdik. Burayı aynı zamanda evin sahibi olan Mimar İbrahim Canbulat Bey evin özgün mimarisine oldukça sadık kalarak restore etmiş. O kadar sıcak bir ortam ki. Sahibi İbrahim bey ile Gül hanım müşterilerini kendi misafirleri gibi ağırlıyor, karşılıyor, hatta kahvaltıda servis bile yapıyorlar. Gül hanım İbrahim Bey'in eve Gülevi adını verdiğini söylerken buraya konak demek istemediklerini, "ev" kelimesini daha sıcak bulduklarını ve burada insanların kendilerini evinde gibi hissetmelerini istediklerini söylüyor. Bence bunu gayet iyi de başarmışlar. Kahvaltıdan sonra nereleri gezeceğimizi Gül Hanım'a danıştık. En iyisinin bir golf arabasıyla Safranbolu'da tur atmak olacağını söyledi. Şehir merkezine indiğimizde bir golf arabası kiraladık. Bu arabalarda Safranbolu'yu anlatan ses kayıtları gezilen yerlerde sırasıyla çalınıyor. Ayrıca bizi gezdiren rehber de bazı ayrıntıları anlattı. Tüm Safranbolu'nun gözüktüğü güzel bir yerde doyasıya fotoğraf çektim:) Gezdiğimiz güzergahta bir tabakhanenin önünden geçtik. Eskiden tabakhanede çalışan işçilerin üstü başı kokunca buradaki mescidin önündeki havuzcukta yıkanır öyle mescide girerlermiş. Ayrıca Safranbolu'nun kapı tokmakları çok ilginçti. Tok ses çıkaran tokmak erkekler için, ince ses çıkaran tokmak ise bayanlar içinmiş. Hatta bazı evlerde çocuklar için bile ayrı tokmak varmış. Gelen kişinin cinsiyetine göre kapıyı uygun bir kişi açarmış..
Yanından geçerken gördüğümüz bir demircilik atölyesi de çok hoştu üstünde yazan yazılar da (örn: Demir tava geldi kömür bitti, akıl başa geldi ömür bitti:)). Böylece minik golf arabamızla tüm Safranbolu'yu turladıktan sonra çarşıdan ünlü Safranbolu lokumlarından ve ev maketlerinden aldık. Sonra buradaki halkın eski yaşayışını anlatan bir ev müzeyi gezdik. Son olarak Hıdırlık Tepesi'ne çıkıp muhteşem manzara eşliğinde biraz soluklandık. Hoşuma giden bir başka şey ise Hıdırlık Tepesi'nde sadece bir marka kola satılmasıydı! Merak etmeyin büyük markalardan birinin reklamını yapmayacağım burada:) Safranbolu'nun kendi kola markası Bağlar Kola! Çok yerli ve sıcak bir görüntüsü vardı şişelerin, onları da manzarayla birlikte ölümsüzleştireyim dedim.. Kolalarımızı bitirdik ve ikinci durağımıza doğru yola koyulduk..
**İkinci durağımız Amasra (Çeşm-i Cihan) yazısı yakında..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)